KAMAL ABDULLA

AKTARAN: BAHTİYAR ASLAN

Helva helva demekle ağız tatlanmaz derler. Doğru diyorlar. Bir defa desen, olmaz. İki defa desen, olmaz. Elli defa desen de olmaz.

Akşam güneş batıncaya kadar durmadan desen, ölü-ölü geçen günler. Ama sen bunu sabah erkenden güneş doğarken demeye başlasan ve günlerden bir gün, aslında, günlerden değil, gecelerden bir gece aniden uykudan uyanıp ağzının bir köşesinde, boğazına yakın bir yerde vaktiyle mübarek bir adamin yasında yutkuna yutkuna yediğin o tatlidan tatlı zaferanlı helvanın unutulmuş tadını hissetmeye başlayacaksın. Önceleri bu tadı da tanımayacaksın. Sen onu unutmuşsun. Ama hayır, öyle değil. Bu unutulmuş tat senin ağız boşluğunun derinliğinden engellenemez bir lav gibi yürüyecek, dişlerinin etinin dibine çökecek, oradan somurdukça gelip diline ulaşacak, dilinin üstüne, arkasına, yanlarına, her tarafına yayılacak, dilindeki bütün uyumuş olan tat alma sinirlerini mest ederek yavaş yavaş, sonunda kendini sana hatırlatacaktır. Evet, bu odur. Unutulmuş ama geri dönmüş helva tadı.

Şimdiyse düşünün ki, “helva” yerine hulusi kalple “Allah’ım sen bana kanat ver.” diyorsun. Her gün durmadan söylenen bu söz, söylendiği yerden göklere doğru yükseliyor, orada o sözler belki defalarca söylendiğinden bıkıyor ve sen bir gece, hayır, bu sefer sabah olurken omuzlarında tuhaf bir ağırlık hissediyorsun. Arkana dönebildiğin kadar dönüp bakabildiğin kadar bakıyorsun ve omuzlarında iki kara kanadın parıl-parıl parıldayarak çıkmakta olduğunu görüyorsun. Allah’ın sana acıdığına ve seni affettiğine inanıyorsun. Sana, mahkum edilip gönderildiğin bu hapishaneden kaçma imkanı vermiştir.

… Kanatlar senin vücudundan tam çıkıp mesele bittikten sonra ben omuzlarımda tekrar önceki hafifliği hissettim. Hiç kimsenin gözüne görünmeden alacakaranlıkta sağa sola gittim, yeni hâlimi sınamaya çalıştım. Uçmak bana başta inandırıcı gelmedi. Ama ayaklarım topraktan ayrılıyor, adeta boşluğa adım atarak uçuyorum. Kanatlarım, kayığı dalgaların üstünden aşıran iki büyük kürek gibi neredeyse beni uçsuz bucaksız gökyüzüne uçuruyordu. Kanatlarım, başımın üstündeki sonsuzluğa can atıyor, göğe doğru çırpınıyordu. Bu bir mucize değildi. Bu bir hakikatti. Evet, o zaman benim sesimi duyduklarına, beni bağışladıklarına ve baştanbaşa hapishane olan bu menfur adadan uçup kaçmam için bana kanat verdiklerine inandım. Sanki bana; “Sen şimdi uçabilirsin.” dediler. Mutlu muydum? Evet, mutlu olduğumu hissediyordum.

Ben bu gözden irak, sesin sedanın ulaşmadığı bu garip mekanda, herkesin unuttuğu bu baştanbaşa hapishane olan bu adaya atılmış, yıllarca orada mahpus olup kalmıştım. Bu ada dünyadaki herkesten gizli bir şekilde kendi hayatını sürdürmekteydi. Onun varlığı hakkında dünyadaki kimsenin bir bilgisi yoktu. Issız okyanusun ortasında, tuhaf ölçülerde ve tuhaf manyetik girdaplarının arasında yer alan bu küçük ada nadiren yanından geçen gemilere bile görünmüyordu. Gökyüzünden, ta yükseklerden uçup geçen uçaklar da onu fark etmiyorlardı. Bizim dünyamız ile bu adanın bütün alakaları kesilmişti. Gökteki yıldızlar bile hemen yanımızdaki, bir zamanlar bizim dünyamız olan dünyadan sanki daha yakındaydılar. Bu ada, dışarıdan bakanlar için tamamen görünmez bir mekandı. Kendisi de baştanbaşa bir hapishaneden ibaret olan mekan.

Bu hapishanenin duvarı, koruması yoktu. Oradaki mahkumlar ada içinde ne isterlerse yapıyorlardı. Nereye gitmek isterlerse gidiyorlardi. Birbirleriyle yoruluncaya kadar gezip arkadaşlık ediyorlardı. Bu adada yetişen türlü türlü ağaçlarda yıl boyu yetişen türlü türlü meyvelerden yiyorlardı. Okyanusta istedikleri kadar yüzü veriyor kumsalda istedikleri kadar dinleniyorlardı. Sanki onlarn her istedikleri oluyordu. Sanki bu adamları böyle acayip bir hapishaneye göndermişler ve sonra unutmuşlardı. Onlara ebedi istirahat bahşetmislerdi. Ama bu istirahatin çekilmez, ağır bir yanı da yok deyildi. Bu mahpuslar için en zor olan ise o uzak ve sevimli dünyaya artık ulaşılamayacağını biliyor olmalarıydı. Onlar ebediyen bu gözden uzak adada yaşamaya mahkumdurlar. Buradan bir çıkış yolu arayıp bulmak abestir. Her gün aynı tekdüzelik. Her gün aynı yüzler. Her gün aynı sohbetler. Bu onları üzmüyor muydu? Üzüyordu.

Ben kendimi bu hapishaneden kaçabilmiş yegane mahpus sanıyordum ve şimdiki aklımla, gelip yeniden sevdiğim ama beni unutmuş olan dünyaya geri dönmekle kendimi mutlu hissediyor muydum? Bilmiyorum. Kanatlarımın omuzlarından çıktığı sabah ben herkesten gizlene gizlene, sahilde kimsenin gezip dolaşmadığı bir yere gelmiştim. yeşil çimenlerin üzerinde sahile doğru yürüdükçe omuzumdaki kanatlar ardım sıra sürünüyordu. İşim bittikten sonra onları kendi yerlerine, küreğime nasıl alabileceğimi düşünüyordum. Bu fikir bir saplantı olmuştu ve beni hiçbir şekilde rahat bırakmıyordu.

Adadaki hapishanenin adını, daha doğrusu adanın adını mahpuslar koymuşlardı. Adanın adı Muhabbet Adasıydı. Buraya mahpuslar yarı şaka yarı ciddi Muhabbet Hapishanesi de diyorlardı. Muhabbet Hapishanesi’ne mahkumları dünyanın çeşitli yerlerinden toplayıp getirmişlerdi. Onların tek günahı, dünyada yaşadıkları zaman sevdikleri kişiyi her şeyden, herkesten fazla sevmeleri olmuştu. Onlar sevdikleri kadını her şeyden, hatta Tanrı’dan fazla sevmişlerdi. Bu yetmezmiş gibi bunu her yerde dile getirmişlerdi. Ve şimdi Tanrı’nın bu yüzden onları bağışlamadığı anlaşılıyordu. Ve tanrı onları, bu adaya salarak, dünya ile ilişkilerini keserek cezalandırıyordu. Tanrı’nin ilkesi buydu; her şey kaderince olmalıydı. Buraya getirilenlerin gelişi tuhaf bir şekilde gerçekleşiyordu. Her seferinde getirilen yeni mahkum, okyanusun sahilinde, sarı kumların üzerinde kendinden geçmiş şekilde bulunuyordu. Onları bu adaya uçsuz bucaksız okyanusun suları getiriyordu. Hiçbirinin hatırında buraya nasıl gelip düştüklerine dair küçücük de olsa bir şey kalmıyordu. Başlarda bu ada onlara egzotik bir yer gibi görünüyordu. Sonra depresyon dönemi başlıyordu. Dünyada bırakıp geldikleri ve yitirdikleri hiçbir şey bu adamları rahat bırakmıyordu. Bu adamlar saatlerce, günlerce sahilde bir ağaç gibi durup okyanusun sonsuzluğuna bakıyorlardı. Baktıkça bakıyorlardı, yorulmuyorlardı. Hatıraların koynundan bir türlü çıkamıyorlardı. Hatıralar bu adada uygulanan en ağır işkenceydi. Tanrı’nın kısası bundan ibaretti.

Geri dönmenin yolunu bana kanatlarımın öğrettiğini de söylemek isterim. Gökyüzü ile kanatlar beni alıyorlardı. Okyanusun üstünde uçtukça kanatlarım kendi kendine bazen yavaş yavaş, bazense hızlı hızlı yelleniyordu ve ben hiçbir şey yapmadığımdan, boş beleş olduğumdan hayatımdaki çeşit çeşit olayı hafızamda canlandırıyor, onları gözümün önünden film şeridi gibi geçirmeye çalışıyordum. Aklıma zamanında birilerine söylediğim ve kalp kırdığım sözler, kötü niyetli sandığım insanlara yaptığım haklı haksız kötülükler düşüyordu. Sorular beni rahat bırakmıyordu. Neden beni sevenler bu kadar çok sevdiler, neden benden nefret edenler bu kadar çok nefret ettiler? Her şey kaderince olsaydı, biz daha rahat ve daha huzurlu bir hayat sürmez miydik?

Benim için en önemli soru ise şuydu. “Değer miydi?” Muhabbet Adası’na düşmemin sebebi, dünyadan, sevdiğim insanlardan, sevdiğim şehirden, sevdiğim sokaklardan, meydanlardan, bahçelerden, beni seven dostlarımdan, evimden-eşiğimden ayrılmama, elde ettiklerimi kaybetmeme, en önemlisi ise neredeyse geri dönmemeye karar vermeme değer miydi? Ben o mazlum bakışlıyı Tanrı’dan çok sevdiğimi açıklamakla kime, neyi ispatladım? Uçarken zamanında nasıl büyük bir yanlış yaptığımı düşünüyordum. Şüphesiz bu kadar sevgi için bu kadar mahrumiyete değmezdi. Elbette ben onun hafızasından silinip gitmiştim. Onun mazlum bakışları artık beni hiçbir yerde aramıyor. Zihnimden “aramıyor” kelimesi geçti, aklıma beni sarsan bir mesele düştü …Kaybolduktan sonra beni tamı tamına bir ay aramışlardı. Ne ölüm ne de dirim hakkında hiçbir bilgi elde edememişlerdi. Polis memuru sonunda gelip dostlarıma ve ona şöyle demişti: Bu adamı çok aradık. Onun ne ölüsü bulundu ne de dirisi. Onu ölmüş gibi kaydediyoruz. Başka çaremiz yok. Başınız sağ olsun. O zaman dostlarımın içinde bana en yakın olduğunu düşündüğüm Hamlet, şöyle demişti: – Onu artık aramaya değmez. Çünkü o, sağ olsaydı bu kadar gizlenmeye cesaret edemeyecek bir insandı. Ortaya çıkardı. Ben bu sohbetin gerçekleştiğini nereden biliyorum? Sonradan adaya getirilen mahpuslar içinde aynı polis memuruyla karşılaştım. Kendisi bana yaklaştı. Bana yakınlık gösterdi ve konuşmaya başladı. Benim kayboluşumdan sonra ilk bakışta mazlum gibi görünen o kadın, sakin sakin oturuşu, hiçbir şey hissettirmeyen bakışı ile onlarin çok canını sıkmış. Elbette bu o idi. O, mazlum görünmeyi iyi bilirdi.

Kara bulutların arasına giriyorum. Ne aşağısı görünüyor ne de yukarısı. Kalbim şiddetle çarpıyor. Ama kanatlarım beni neredeyse yıldırım hızıyla çok yükseklere, bu karanlığın üzerine çıkarıyor. Artık o kara bulutları aşağıda görmeye başlıyorum. Kalbimin çarpıntısı yavaşlıyor. Uçuş tekrar kendi sakin mecrasına giriyor ve rahat bir şekilde devam ediyor.

…Onunla benim aramda tuhaf anlaşmazlıklar oluyordu. Bir birbirimizle her meselede anlaşabiliyorduk. Ama bir meselede hiçbir şekilde aynı fikirde buluşamıyorduk. Buna gülecekler. O, bana “Sen benim kafiyemsin.” diyordu. Ben de; “Hayır, sen benim kafiyemsin.” Şimdi, “Hiç bu konuda anlaşmazlık olur mu?” diye düşünüyorum. Biz ikimiz birbirimizin kafiyesiydik. Kafiyelerden hangisi hangisinindir? Bu bilinebilir mi?

Polis memuru bana anlatiyordu.

– Bir ay bu kız bizim başımıza oyun açtı. Her gün aynı zamanda , sabah saat dokuzda müdüriyete gelir ve mazlum mazlum bir köşede oturup baktıkça bakardı bize. “Ben onu burada bekleyeceğim.” diyordu. Gözlerinin derinliğindeki keder o kadar büyüktü ki onu oturduğu yerden kaldırıp dışarı çıkarmak kimsenin aklına bile gelmiyordu.

Ben, korkuyla sordum:

– Sonra sonra ne oldu?

Bir aydan sonra biz onu bir daha görmedik. Bir gün önce kararımızı senin dostlarına, yakınlarına söyledik. O da oradaydı. “Aramak artık anlamsız, biz elimizden geleni yaptık.” dedik. Bu adam bir daha ortaya çıkmayacak.  O bunu dinleyip sustu, bir daha sesini de çıkarmadı. Bu kızdan bir tek söz bile duymadık. Ne feryat ne bir hıçkırık. Ne yalvarma ne tehdit… Sadece yüzünün taş kesildiği aklımda kaldı. Mazlum bakışları yok olmuştu. Öylece, o taş yüzle oturduğu yerden ayağa kalktı, sessizce dışarı çıktı. Bir daha onu görmedik.

“Bir ay… Bu insanın vefası bir ay mı sürecekti?” diye düşündüm.

Polis memuru benim şaşkınlığımı görüp sustu. Fakat onun bir şey demek istediğini hissettim. Dese mi demese mi diye düşünüyordu. Çaresiz beklemeye başladım.

– Sen biliyor musun, buradan kaçıp giden filan oldu mu? Yani bu mümkün müdür? Polis memuru ümitle yüzüme baktı. Doğru bir soru sormadığını yüzümden,gözümden, ümitsiz bakışlarımdan anladı. Bu sorunun cevabı yoktu. Bir “ah” çekip benim meseleye devam etti.

 -Bilmiyorum, bu meseleye yani o kıza ne kadar tesiri var, ya da yoktur – polis memuru sohbetini yavaş yavaş bitiriyordu- ama sana söylemek istediğim bir mesele daha var. Bizim açıklamamızdan iki gün sonra, şehrimizdeki Sultan Kayası’nı biliyorsun, yalçın bir kayadır. Oradan bir kızın kendisini denize attığına dair bilgi geldi. Ne kadar aradıysak da o kızın cesedini bulamadık. Belki de seninkiyle hiçbir alakası yoktur. Ama herhalde…O kızı hiç soran, kayboluşunu merak eden olmadı. Herhalde sen bilirsin, senin bu kızın bir akrabası filan var mıydı? Benim kafiyemin hiç kimsesi yoktu. Yalnızdı. Talih onu benim yaşadığım şehre nasıl, neden, niçin atmıştı, bunu o zaman bilmiyordum, şimdi de bilmiyorum.

Polis memuru gözlerini okyanusun sonsuzluguna dikerek konuşmasının sonunda bir şey daha söyledi:

– Sultan Kayası’ndan atladığı yerde…

– Ne? Ne? Mektup mu bırakmıştı?

– Hayır, hayır, boş ver. Belli ki bunun meseleyle ilgisi yok. Kayanın üstünde bizimkiler küçük bir kağıt parçası bulmuşlardı.

Az kalsın nefesim kesilecekti.

– Kim yazdıysa, yazdıktan sonra kağıdı çizmişti, yazılanları karalamıştı. Zor da olsa bir kelimeyi okumak mümkün oldu. “Kafiye.” Evet, o zor okunan kelime “kafiye”ydi… Bizim hepimize tuhaf gelmişti. “Kafiye”nin meseleyle ne ilgisi vardı? Biz o kâğıdı kaybolan kızla hiç alakalandıramadık.

… Adadan kanat açıp okyanusun üstünde 500 kilometre uçtuktan sonra Greenwish ile 38 derece sağa döndüm ve bir süre sonra uzakta şıklarin yandığını gördüm. Elbette bu şehir benim şehrim değildi. Ve bu şehirde Sultan Kayası denilen yalçın kaya yoktu. Ama artık bu benim dünyamdı ve bana bir kere daha şans verdiği için içimden Allah’a dualar ettim. Ondan daha çok hiçbir şeyi ve hiç kimseyi sevmeyeceğim konusunda bir kere daha kendime söz verdim. Zamanında bunu yapsaydım başıma gelenler de gelmeyecekti. Kafiyeler de birbirini yanında durup birbirini gözeteceklerdi. Ama şimdi benim kafiyem artık bana lazım olmayacaktı. Sultan Kayası’nı unutmalıydım. Ben yaşamalıydım.

Kanatlarımdan nasıl kurtulacağım, onları nasıl halledeceğim meselesi kendi kendine çözüldü. Ayağım toprağa, gerçek toprağa değer değmez bu kanatlar omuzlarımın üzerinde kendi kendine yok oldu, eriyip gitti. Sanki hiç olmamışlardı, benim küreğimden çıkmamışlardı ve beni okyanusun üzerinden, bu büyük ve korkulu mesafeden geçirip buraya getirmemişlerdi.

Ayağım sahile değdikten sonra etrafa baktım. Yakında bir çalılık vardı. Bu çalılıktan karışık ve tutkulu sesler geliyordu. Erkek ve kadın sesleriydi. Birbirinin sözünü kese kese, nefesleri birbirine karışa karışa durmadan konuşuyorlardı. Ben henüz insan dilini tam olarak unutmamıştım. Bu insanlar birbirine tükenmez muhabbetlerini dile getiriyorlardı. Birbirlerine kimin diğerini daha çok sevdiğini ispat etmeye çalışıyorlardı. “Yeter ki birbirlerine ben seni her şeyden çok seviyorum demesinler.” diye düşünmeye bile mecalim yoktu. Çalılıktaki erkek sesi gururla fısıldadı:

– Ben seni her şeyden çok seviyorum. O çalılığa üzüntüyle baktım ve oradan uzaklaştım.

Kasım – Aralık / 23